ALTMIŞ BEŞLİK MAAŞI
ALTMIŞ BEŞLİK MAAŞI
Yazan: Doç. Dr. Hüseyin GÜL
Yeni bir yıla girmiştik. 1977’ nin Ocak Ayları idi…
Adam boyunu aşan kar vardı Gölçayır Köyü’nde. Beyaz örtünün
dışında bir şey görebilmek mümkün değildi.
Omuza atılan bir kalın sopa ve bu sopanın her iki ucuna
takılan su kovalarıyla su taşırdı evlerine yetişkin erkekler. İndirmeden
kovaları, çeşmeden suyu eve dengeli taşımak ta bayağı bir marifet idi. Herkes
beceremezdi bu işi.
Çeşme ile evler arasında zar zor bir kişinin yürüyebileceği
bir çığır vardı. Karın üstünde yüründükçe kar dibe doğru iniyordu. Kar dibe
indikçe, kar çukuru adam boyunu aşıyordu. Çığır denilen bu yoldan evlere su
taşınır, okula ve camiye de gidilirdi. Örs’lerin evlerinden Türkan’ların evine
doğru giden caddede yapılan kar tünelinin içinden gidip gelinirdi Nisan Ayı
başlarına değin…
‘Şeker, çay, gaz, tuz, un bitti; hastam var, hastalandım;
hadi Pasinler’e ineyim de ihtiyaçlarımı karşılayayım, doktora gideyim, ilaç
alayım…’ demek o soğuk ve kar koşullarında her babayiğidin harcı değildi.
Okul ile lojman arası yirmi metre dolayındaydı. Lojmandan
okula gidinceye kadar bile çok zorluk çekerdim tipi ve kardan...
Okulun tek sınıfını kullanıyordum. Sınıf çift pencereli idi.
İlk kez görmüştüm çift pencereli bir okul. Çift pencereli sınıfımızı kemre
(tezek) ile ısıtırdık. Sınıf temizliğini çok küçük öğrenciler dışında sıraya
koymuştuk. Nöbetçi iki öğrenci akşam sınıfın temizliğini yapar, sabahleyin de
herkesten önce gelir sobayı yakarlardı.
Ders esnasında en yüksek sıcaklığın on derece olduğuna tanık
olmuştum sınıfın termometresine baktığımda. Yünlü içlikler başta olmak üzere
kalın giysiler ve üzerine de askeri bir parka giyinerek sınıfta ders işlerdim o
soğuk havalarda.
Transistor Marka bir küçük radyom vardı. Radyolar çok
pahalıydı. Her evde radyo yoktu. Maaşımın yarısıyla bir radyo alabilmiştim. Sürekli
açıktı radyom evde. Geceleyin bile kısık sesle dinlerdim. Lojmandaki
arkadaşımdı radyom adeta. Çok pil tüketiyordum bu yüzden. Köyden akşamleyin lojmana
gelenlerle birlikte ‘on dokuz haberleri’ni dinlerken sesi biraz daha yükseltir,
diğer vakitlerde biraz daha kısardım. Genel bir alışkanlıktı ‘on dokuz
haberleri’ni dinlemek…
Tek radyo kanalı vardı. TRT radyosu. Bazen bölgesel yayınlar
yaptığı da oluyordu.
Süleyman Demirel Hükümeti dönemiydi. Demirel Hükümeti,
altmış beş yaş ve üstü olanları emekli etme kararı almıştı. Radyo haberlerinin
önemli konusuydu o sıralar…
Radyodan, ‘altmış beş yaş ve üstü olanlar, emekli olacak’
haberi radyodan sık sık haber konusu olmuştu. Haberi duyan altmış beş yaş ve
üstü olanlar sık sık yanıma uğrarlardı:
‘Emekli olabilecek miyim Hocam? Nasıl emeklilik
müracaatlarını yapacağım Hocam? Emeklilik işlemlerimi yürütebilir misin Hocam?’...
Türünden sorularla çok sık karşılaşır
olmuştum.
Altmış beş yaş ve üstü nasıl emekli olunacağına ilişkin
radyodan edindiğim bilgilerin dışında sağlıklı bilgim yok idi. Konuya tam
olarak vakıf değildim. Radyodan dinlediklerim yetmiyordu soru soran
Gölçayırlıları aydınlatmaya.
‘Altmış beş yaş ve üzeri emeklilik aylığı nasıl alınır?’
konusunda ayrıntılı bilgi ve belge toplamak için Pasinlere gittim soğuk ve
karlı bir kış günü…
Kaymakamlık, nüfus müdürlüğü, mal müdürlüğü yetkililerine
gittim. Sordum, soruşturdum. Altmış beş yaş ve üstü olanların emekli
olabilmeleri için gerekli koşulları, yapılacak bürokratik iş ve işlemleri tek
tek öğrendim.
Yetkililer uyardı beni:
-‘Hocam işlemleri yaparken mutlaka daktilo kullan, el
yazısını kabul etmeyiz’ dediler.
İki top saman kâğıdı ile bir daktiloya ihtiyacım vardı. İki
top saman kâğıdını Pasinler’de aldım. Beyaz kâğıt bulunmuyordu o dönemde. Beyaz
kâğıdı ancak Ankara bürokrasisi kullanabiliyordu. Ve de çok pahalıydı beyaz
kâğıt.
Daktilo satın alabilmek için aradım araştırdım, bulamadım
Pasinler’de.
Kırtasiyeciler:
-‘Hocam ancak, Erzurum’da ‘Kitap Sarayı’nda bulabilirsin satılık
daktilo.
Erzurum’a Kitap Sarayı Kırtasiyecisi ’ne daktilo satın almaya
gittim. Fiyatlarını sordum. İki bin lira dediler. Maaşımın iki katı fiyatı…
O kadar param yoktu. Bir daktilo alamamıştım. Gölçayır’a
döndüm çaresiz.
Okulda beş sınıfı bir arada okutuyordum. Sordum sınıfta:
-‘Evinde daktilo olan var mı?’ diye.
Tek bir öğrencim parmak kaldırdı:
-‘Bizde daktilo var öğretmenim’ dedi.
Sessiz, dingin, uslu bir öğrencimdi ‘Bizde daktilo var
öğretmenim’ diyen öğrencim… Özellikle de matematik dersinde çok başarılıydı.
Mehmet Zeki Keleş idi bu öğrencimin adı.
M. Zeki’nin yanına biraz daha yaklaştım. M. Zeki’nin baş
kısmının üstünde üç parmak ebadında bir bölge tıraş edilmişti. Tıraş edilen
bölgede de keskin bir bıçak ya da jilet ile çizikler atılmıştı M. Zeki’nin
başına.
Sordum:
-‘Başına ne oldu M. Zeki?’
-‘Hastalandım öğretmenim, babam da bir hocaya götürdü. O
yaptı.’ Dedi.
Hacamat olduğunu anladım. Ama kabullenememiştim M. Zeki’ye
bu yapılanı.
Babasının adı Ömer idi M.Zeki’nin. Bir süre Almanya’da
çalışmış ve kesin dönüş yapmıştı M. Zeki’nin babası.
-‘Babana selamlarımı söyle, bir süreliğine daktiloyu
verebilir mi?’ diye gönderdim M. Zeki’yi evlerine...
Bir süre sonra gri ve kulplu bir çanta içinde bulunan portatif
daktiloyu getirdi M. Zeki.
Altmış beş yaş ve üstü olanların emeklilik işlemlerini
yapabilirdim artık. Ne de olsa daktiloyu da bulmuştum.
Emekli olma isteğinde bulunan bir kişinin işini iki gecede
ancak bitirebiliyordum gecenin geç vaktine kadar çalışarak. Bürokratik
işlemlerin tek tek daktiloyla geçilmesi uzun zaman alıyordu.
Emeklikle ilgili soruları olanlar da uğruyorlardı. Bildiklerimi
tek tek anlatıyor, yardımcı oluyordum gelenlere.
O kış boyunca altmış beş yaş ve üstü ‘kimler başvurdu,
kimler başvurmadı, ne vakit maaşlar ödenmeye başlanacak?’... Konuları köy konaklarının önemli sohbet
konularından biri olmuştu.
Bir akşamüstü Hacı Yaşar’ın Köy Konağı’na oturmaya gittim.
Sohbetin konusu ‘altmış beş yaş ve üstü emeklilik’ konusuydu.
Konakta oturanlar iki gruba bölünmüştü tartışmada…
‘Demirel yanlış yaptı yaşlılık emekliliğini yasalaştırmakla’
diyenler bir grup oldu…
‘Demirel doğru yaptı yaşlılık emekliliğini yasalaştırmakla’ diyenler
diğer bir grup oldu…
Tarafsız kaldım. Girmedim tartışmaya hiç. Yorum da yapmadım.
Dini yorumlar ağırlıklıydı genel olarak.
Hacı Yaşar’ın şu sözü aklımdadır hala:
-‘El emeği, alın teri karşılığı alınmayan para haramdır’
diye…
Tartışma büyüdü…
Bir ara Ömer Taşdemir bana yönelerek:
-‘Hocam… Sana bir
büyüğün ve ağabeyin olarak bir tavsiyede bulunayım mı? Dedi.
-‘Buyur Ömer Amca, tabi’ dedim…
-‘Bak Hocam, köydeki altmış beş yaş ve üstü emekli
olacakların işlemlerini sen yapıyorsun. Bunların aldığı maaş haramdır. Dolayısıyla
sen de günah işliyor, günaha giriyorsun, vazgeç bu işi yapmaktan’ dedi…
-‘Ömer Amca, ben olmasam başkasına yaptıracaklar. Sadece
aracıyım. Elçiye zeval olmaz. Beyanlarını yazıyorum. Kendimden bir şey
katmıyorum. Ne yapabilirim ki?’ Diye yanıtladım…
Tartışma gece boyu devam etti…
Bu sefer emeklilik işlemlerini yapmak günah mıdır, değil
midir? Tartışmasına döndü iş.
Yine iki gruba bölündü tartışanlar:
-‘Hoca’nın günahı yok emeklilik işlemlerini yaptığı için’ …
fikrini savunanlar grubu…
Ve
-‘Hoca’nın günahı var emeklilik işlemlerini yaptığı için’…
fikrini savunanlar grubu…
İki üç kişi dışında çoğunluk ‘hocanın günahı da yok, suçu da
yok emeklilik işlemlerini yaptığı için’ görüşünü savunmuştu…
Tartışma sürecinde en ufak bir, kızgınlık, kırgınlık ya da
alınganlık gösteren olmadı...
Uzlaşma da olmadı. Ama uygarca tartışıldı.
Altmış beş yaş ve üstü olanların emeklilik işlemlerini
hiçbir karşılık beklemeden yapmaya devam ettim…
Not: Bu makalenin
tamamı yazarın kendisine aittir… Alıntı bir makale değildir. Unvan, ismim ve
soy ismim yazılmak kaydıyla paylaşılabilir…
THE PENSION AT SIXTY-FIVE
Written by: Associate Professor Dr. Hüseyin GÜL
We had just stepped into a new year. It was January of 1977...
Snow in the village of Gölçayır reached well above a man’s height. Nothing could be seen beyond the white blanket that covered the earth.
With thick sticks slung across their shoulders and water buckets hung from each end, grown men would carry water to their homes. Balancing those buckets all the way from the village fountain to the house without spilling a drop was a skill not everyone possessed.
Between the fountain and the homes, there was barely a narrow path—enough for one person to pass. As people walked the snow down, a trench formed, sinking deeper with every step. That path, which we called çığır, was the route not only for fetching water, but also for getting to the mosque and school. A snow tunnel was built along the main village path, stretching from the Örs family's house to the Türkan family's home, and it remained in use until the early days of April.
Saying things like “We’re out of sugar, tea, gas, salt, and flour; I have a patient at home; I fell ill—let me go down to Pasinler to take care of things, see the doctor, get medicine…” was not something every man could muster the strength to do, not in that biting cold and heavy snow.
The distance between the school and the teacher’s lodging was roughly twenty meters. Even that short walk became a struggle in the face of blizzards and snowdrifts.
I was teaching in a one-room schoolhouse. It was the first time I’d seen a classroom with double-pane windows. We heated that room with kemre—dried cow dung. Except for the very young ones, every student took part in keeping the classroom clean. Each evening, two students would stay behind to tidy up, and come in early the next morning to light the stove.
I remember checking the thermometer one day during class—it showed no more than ten degrees Celsius. I’d teach in thick layers of wool underwear, heavy clothing, and topped off with a military-style parka.
I had a small transistor radio. Radios were expensive back then. Not every household had one. I’d managed to buy it with half of my monthly salary. I kept it on almost constantly. At night, I would listen to it in a low volume. That little radio became something like a roommate in the teacher’s quarters. I went through batteries at a maddening rate. Every evening, as the villagers who visited would gather in the quarters, we’d raise the volume a bit to listen to the “7 o’clock news.” It was a common practice—listening to the news at 7 PM.
There was only one radio channel: TRT. Occasionally, it broadcasted regional news.
It was the time of the Süleyman Demirel government. His administration had passed a regulation to grant retirement pensions to citizens aged sixty-five and above. The radio repeated the news often: “Citizens aged sixty-five and above will be eligible for retirement pensions.”
As this news spread, many villagers began stopping by:
"Will I qualify for retirement, Teacher?"
"How do I apply?"
"Could you help me with the paperwork?"
I didn’t have detailed knowledge beyond what I heard on the radio. What I knew wasn’t enough to guide the villagers of Gölçayır properly.
So, one frigid and snow-heavy day, I made my way down to Pasinler to gather detailed information and documents about how those sixty-five and older could retire.
I visited the district governor’s office, the population registry, and the finance bureau. I asked questions, listened carefully, and noted down everything—from the eligibility requirements to the bureaucratic process, step by step.
The officials gave me a firm warning:
"Teacher, make sure you use a typewriter for these forms. We don’t accept handwritten documents."
I now needed two reams of straw paper and a typewriter. I managed to buy the paper in Pasinler—there was no white paper available. At that time, only the bureaucrats in Ankara used white paper, and it was far too expensive.
I searched high and low for a typewriter but couldn’t find one in Pasinler.
The stationers said:
"Teacher, you’ll only find a typewriter in Erzurum, at Kitap Sarayı."
So I went to Erzurum, to Kitap Sarayı Stationery. I asked for prices. Two thousand liras, they said—twice my salary.
I couldn’t afford it. Disheartened, I returned to Gölçayır empty-handed.
Back in the classroom, where I taught five grades in one room, I asked:
"Does anyone have a typewriter at home?"
Only one hand went up.
"We have one, Teacher," the student said.
He was a quiet, composed, and well-behaved boy. Especially gifted in mathematics.
His name was Mehmet Zeki Keleş.
As I approached him, I noticed a patch on his head—about three fingers wide—shaved clean, with small incisions cut into his scalp by a razor or sharp blade.
"What happened to your head, Zeki?" I asked.
"I got sick, Teacher. My father took me to a hodja. He did it," he replied.
It was hijama—traditional bloodletting. I understood, but couldn’t bring myself to accept that it had been done to a child.
His father, Ömer, had once worked in Germany before returning permanently.
I sent Zeki home with a message:
"Please give my regards to your father. Ask if we could borrow the typewriter for a little while."
Soon, Zeki returned carrying a portable typewriter in a gray, handled case.
I could now handle the retirement applications for those aged sixty-five and over. I finally had the tools I needed.
Preparing the paperwork for just one person took me two full nights—working into the late hours. Each bureaucratic form had to be typed up meticulously.
People continued to drop by with questions. I explained what I knew, helped where I could.
That winter, in every village gathering, conversations turned to the same theme: “Who applied? Who didn’t? When would the pensions begin to be paid?”
One evening, I went to sit at Hacı Yaşar’s village lodge. As expected, the topic of discussion was “retirement at sixty-five.”
The group split into two camps:
One argued: “Demirel made a mistake legalizing retirement for the elderly.”
The other said: “Demirel did the right thing legalizing retirement for the elderly.”
I remained neutral. I didn’t join the argument, nor did I offer my opinion. The discussion mostly revolved around religious interpretations.
I still remember what Hacı Yaşar said:
"Money earned without sweat and effort is forbidden."
The debate escalated.
At one point, Ömer Taşdemir turned to me and said:
"Teacher... May I offer you some advice, as your elder and brother?"
"Of course, Ömer Amca," I replied.
"Look, Teacher," he said. "You’re the one handling the retirement paperwork for the elderly here. The money they receive is forbidden. Which means you’re committing a sin too. Stop doing this."
"Ömer Amca," I said, "if I don’t do it, they’ll find someone else. I’m just a messenger. I write down their statements. I don’t add anything of my own. What can I do?"
The conversation lasted all night.
The new debate became whether helping with the retirement process was a sin or not.
Again, the group split:
Those who said: “The teacher bears no guilt for helping with retirement paperwork.”
And those who said: “He’s still sinning for facilitating it.”
All but a few agreed in the end: “The teacher has no fault, no sin. He’s simply helping."
Throughout the discussion, not a single person got angry or offended.
There was no resolution, but the conversation remained civil, thoughtful, and respectful.
And I continued helping the elderly with their retirement applications, expecting nothing in return…
Note: This entire piece belongs to the author. It is not a quoted article. It may be shared with full attribution to the author, including title, name, and academic title.
Yorumlar
Yorum Gönder